17 Nisan 2008

10. Bilimkurgu Öykü Yarışması

Öncelikle herkese yeniden merhaba, neredeyse 1 yıl olmuş bloğun yüzüne bakmayalı. Bırakın yazı yazmayı, gelen mesajlara bile cevap vermemişim!

Türkiye Bilişim Derneği bu sene yarışmada bir değişiklik yapmış. Bundan önceki yarışmalarda yazarlar konularda serbestken, bu sene belirlenen üç konudan birisi üzerine öyküler kabul edilecek.

*İyi Yönetim, Kötü Yönetim, Sıkı Yönetim, Yönetim
*Trafik Karmaşası
*Çok İşlevli Teknolojik Aletler

Konu kısıtlamasının ülkenin en önemli ( hatta bildiğim kadarıyla tek!) bilimkurgu öykü yarışması için doğru olmadığını düşünüyorum. Ancak TBD'nin yıllardır bu yarışmayı sürdürerek, Türkiye'de billimkurgunun önünü açmaya çalışmasının yarattığı takdir; bu konu kısıtlamasını umursamama engel oluyor.

Yarışmaya son katılım tarihi 15/Temmuz/2008 ( Bu sefer doğru yazdım b5 :) )
Yarışmayla ilgili detaylar için : TBD
devamı...

08 Mayıs 2007

9. Bilimkurgu Öykü Yarışması

Türkiye Bilişim Derneği'nin düzenlediği "Bilimkurgu Öykü Yarışması"nın dokuzuncusu ile ilgili açıklama sitesinde yayınlandı. Yarışmaya katılmak isteyenlerin dikkatine sunulur.

TBD - 9. Bilimkurgu Öykü Yarışması

Remzi Kitabevi tarafından önceki yılların kazanan öykülerinin yer aldığı bir kitap da çıkmıştı.

Bilimkurgu Öyküleri

Bakalım bu seneki öyküler nasıl olacak?
devamı...

23 Nisan 2007

İkinci seneidevriye

Bu bloğa ilk yazı (bkz. Edgar Allan Poe'ya Saygılarımla) 20 Nisan 2005'de gönderilmişti. Aradan iki sene geçti, sadece 63 yazı var. Herhangi bir blog için küçümsenebilecek bir rakam, benim için azımsanamayacak bir rakam. Hemen hemen her yazı için yaptığım araştırmaları alt alta koysam klasik bir deyimle: Buradan(İstanbul) Bağdat'a gidiş-geliş çift şeritli yol olur :)

Son üç aydır, yeni işim, yeni hayatım, dolayısıyla zamansızlığım yüzünden bloğun yüzüne bakamaz oldum. Halbuki planlarım vardı; BK temaları yazıları başka temaların eklenmesiyle devam edecek, güzel bir klip hazırlanacak vs. vs. Olacak, bir gün olacak :) Ama şu anki görünüşe göre havlu gününe kadar yine hiçbir şey yazmadan duracağım :( Aslında yazmayı çok özledim, geçenlerde Nilay masal anlatmamı talep edince, kıçımdan sallamanın en nadide örneklerinden birisini sergilerken fark ettim bunu. Fakat bu bloğu giderek kişisel bir blog haline sokmaktan çekiniyorum. Kendimce bu bloğa bir misyon yükledim, o misyonu zedelemek istemiyorum.

Her neyse; mutlu yıllar R2-D2 Bilimkurgu "Blog"(?)u! Nice Yıllara! :)
devamı...

28 Ocak 2007

Beş şey...

Ali ve kahpecüce tarafından mimlenmişim. Bir süredir yoğunluktan dolayı blogla ilgilenemediğimden kahpecüce'nin mesajı sayesinde öğrenebildim. Açıkcası internete adım attığım ilk günden itibaren anonim kalmak dürtüsüyle hareket eden benim için bu şekilde kendini ifşa edecek şeyler yazmak eskiden çok zor gelirdi. Şimdi biraz daha rahatım :)
Sanıyorum bu ufak oyunun kuralı, kendinle ilgili beş şey ( İlkini hemen açıklamış olayım. Şey kelimesine tapıyorum. Kelime haznemin geniş olduğuyla övünmek gibi bir ukalalığım da olsa, şey kelimesine kurtarıcı gibi sarıldığım anlar çoktur. ) açıklamak. Gerçi blogger profilinde kendimle ilgili önemli bir iki özelliğimi ifşa etmiştim ama...

Bilimkurgu

Öncelikle Lise bitene kadar doğru düzgün kitap okumayan, kitap okumayı zaman kaybı olarak görecek kadar ahmak bir adam olduğumu itiraf etmeliyim. Bilimkurguyla ilişkim sinemadan ve çocukluğumda okuduğum Jules Verne'lerden ibaretti. Ama bir gün Stanislaw Lem'in Solaris'ini okudum, sonra Asimov'un Ben, Robot'unu ve o günden bugüne elimden kitap düşüremez oldum. Sonrasında bir şekilde Poe ile tanıştım, nasıl olduğunu hatırlamıyorum, düşlerimde görmüş olsam gerek. Devamı da kendiliğinden geldi. İçinden çıkmak istemediğim bir dünyaya girmiş oldum böylece. :)

Devekuşu Kabare

Yasaklar oyununu ilk defa videodan izlediğimde sanıyorum daha 10 yaşındaydım. Daha sonra ses kayıtları; Deliler, Aşk Olsun, Beyoğlu Beyoğlu, Geceler... Tekrar tekrar dinlemekten, izlemekten bıkmadım. Her seferinde yeni bir mimik, yeni bir kelime oyununu fark etmenin heyecanı vardı. İlginç tarafı hala da var. Çevremdeki bazı arkadaşlar tarafından "Yeter artık" tavırları sergilense de dayanamayıp, oyundan parçaları monolog olarak veya başka bir arkadaşın katılımıyla sergilemekten kendimi alamam. Neredeyse her kelime veya her durum için bir parça çıkartılabilir bu oyunların içinden. Çok severim.

Basketbol

Üniversiteye başlayana kadar oynadım, hayatımın en önemli parçasıydı. Bence dünya üzerinde yaratılan en güzel oyundur. Oynarken gerçek dünya kaybolur, sahanın çizgileri içinde yeni bir dünya oluşur. Siz de o küçük dünyanın önemli bir parçası oluverirsiniz birden.

r2

Bu seçimin temelinde iki şey yatıyor, şuradan okuyabilirsiniz.

Geleneği bozmayalım:

isbn9760806
Halil
Don Quijote ve White
Psychedelic
B5

mimlendiniz :)
devamı...

19 Aralık 2006

...Ve Sonra Hiç Kalmadı

Son zamanlarda yaşadığım blogla ilgili tembelliğimden sıyrılmak ve kendimce özel bulduğum roman/öyküleri paylaşmak için; 2 (yazıyla:iki) haftada bir kitap önerisinde bulunacağım.

Önereceğim ilk kitap, Eric Frank Russell'ın "...Ve Sonra Hiç Kalmadı" isimli öyküsü. Metis Bilimkurgu serisinin ilk kitabı ama malesef ben bu seneye kadar okumamıştım. Şimdi de fellik fellik, Eric F. Russell kitapları arıyorum ama malesef Türkçe'ye çevrilen iki kitabı var. Birisi bahsedeceğim öykü, diğeri ise 80li yıllarda çocuk serilerinden birisine konulan bir öykü. (bkz. Bilimkurgu2000)

Öykü 98 sayfacık, bir çırpıda bitiyor, yüzünüzde muzip bir gülümseme ve içinizdeki sorgulamarınızla sizi bırakıyor. İlk baskısı 1951 yılında yapılmış. Gönül rahatlığıyla şunu söyleyebilirim; Eric Frank Russell, Douglas Noel Adams'ın öncülü. Okuduğunuzda bana hak vereceksiniz. Öykü, dünyadan ayrılan insanoğlunun, galaksilere yayılması ve gezegenlere yerleşmesi üzerinden kurgulanmış bir ütopya. Çok fazla detaya girip, öyküyü okuma zevkinizi bozmak istemiyorum; eğer siz de benim gibi Douglas Adams hayranıysanız ve Eric Frank Russell'la daha önceden tanışmadıysanız bu öyküyü mutlaka okuyun. Eric Frank Russel daha sonra bu öyküsünü temel aldığı "The Great Explosion" isimli bir roman da yazmış. Romanı ( İngilizce ) şuradan okuyabilirsiniz: THE GREAT EXPLOSION

Sonra bana da söyleyin lütfen; Gand'lı mısınız, Anti-Gand'lı mısınız? MECleri seve seve kabul ederim ancak, Anti-Gand'lıysanız: SKİB :)

devamı...

07 Aralık 2006

Bilimkurgunun Ustaları

Amerikan ABC televizyon kanalı; "Masters of Science Fiction" isimli yeni bir seriyi yayına hazırlıyormuş. Serinin 2007 yılında gösterime girmesi bekleniyor. ABC'nin internet sitesinde bu konuyla ilgili hiçbir şey bulunmasa da, Sci Fi.com sitesinde ve bazı tv sitelerinde hatta imdb'de proje görünmekte. Ellerimi ovuşturarak beklediğimi söylemeliyim :) Karma karışık bilgilere dayanarak şunu söyleyebilirim; bu seri yapılacak ancak hangi öykülerin/romanların filme çekileceği belirsiz. Örneğin IMDB'deki listede ilk sezon için görünenler şunlar:

1. A Clean Escape...
John Kessel'ın ( Nebula ödülü sahibi, Hugo ödülüne aday olmuş bir bilimkurgu, fantastik kurgu yazarı. Ben hiçbir kitabını okumadım, tanıyan varsa tarzını biraz yorumlayabilirse sevinirim. ) bir kısa öyküsünden uyarlama.

2. Jerry Was A Man...
Robert A. Heinlein'in bir kısa öyküsünden uyarlama.

3. Awakening...
Bunu kimin öyküsünden/romanından uyarlıyorlar bilemiyorum. Bir çok Awakening var :)

4. Watchbird...
Robert Sheckley'in aynı adlı romanından.

5. The Discarded...
Bunun hakkında da bir bilgi bulamadım.

Çoğu yerde yazılanlara göre 13 bölümden oluşacakmış seri. Kulislerde konuşulanlara bakılırsa -Hep bu cümleyi kurmak istemiştim :)- ; Ray Bradbury, Isaac Asimov, H.G. Wells gibi ustaların öyküleri/romanları da filme çekilecekmiş. Hatta Asimov'un "SON SORU" isimli kısa öyküsünün filme alınacağı iddia ediliyor. Özellikle bunu izlemeyi çok isterim. Bu öyküyü Adalet Celbiş'in çevirisinden, şurada okuyabilirsiniz : Isaac Asimov - SON SORU

Serinin sunuşunu, Stephen Hawking'in yapacağı belirtiliyor. Yapımcı Keith Addis, serinin Masters of Horror serisindeki bir bölümde yaşandığı gibi sansüre maruz kalmayacağından emin olduğunu söylemiş. Ve bana ilginç gelen bir açıklama yapmış:

" Serinin dili, görselliği ya da içerdiği seks öğeleriyle sansürlenecek bir yanı bulunmuyor. Zaten bu tür şeyler, seride kullandığımız gibi yüksek kalitedeki bilimkurgu eserlerinde herhangi bir önem de taşımıyorlar. Isaac Asimov hiçbir zaman sansürlenmedi. Bill O'Reilly'i, Robert Heinlein tahrik etmedi. Proctor&Gamble hiçbir zaman Ray Bradbury'ye karşı gerçekten kinlenmedi. Bu adamlar gerçekten zeki adamlardı. Fikirleri cesurdu ve bazıları gerçekleşti. ABC bize, olabildiğiniz kadar cesur davranın dedi. Kanal bu fikirlerden rahatsız olacak mı? Sonuçta bizden elimizdeki bu mükemmel kaynaklar kadar kışkırtıcı olmamızı isteyen onlar. "

Beklemeye devam edelim.
to boldly go where no one has gone before

Kaynak: ekşi sözlük, sci-fi wire

Kişisel Dip NOT: Bradbury ve P&G ilişkisi nedir, bilen var mı?

devamı...

05 Ekim 2006

Plüton ve tanım karmaşası.

Plüton, güneş sistemimizin en tartışmalı gök cismi ünvanını açık ara farkla alır sanırım. Keşfi öncesi olayların ve kişilerin bağlantıları da bir o kadar ilginçtir. Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa; keşfin yapıldığı Lowell gözlemevini kuran ve ismini veren Percival Lowell'la, Asimov'un bir kitabının önsözünde ya da popüler bilim kitaplarından birisinde karşılaşmıştım ( Buldum. Dünya Dışı Uygarlıklar isimli kitabında geçmekte. İlginç bir şekilde kitap ayracını da tam o sayfada bırakmışım :) ). Percival Lowell matematikçi ve amatör bir astronomdu. Zengin bir ailenin üyesi olduğunu da eklemeliyim. Lowell, Arizona'da bir gözlemevi kurdu ve Mars'ı incelemeye başladı. İtalyan astronom Schiaparelli'nin gördüğünden daha fazla kanal buldu, yetmedi detaylı haritalarını çıkardı, yetmedi Mars'ta zeki varlıkların yaşamış olduğuna dair tam inancıyla, bunu bütün dünyaya yaymaya çalıştı. Hem de diğer astronomların, bu kanalların varlığını gözlemleyemediklerini, gerçek olamayacağı söylemlerini; "Sizin teleskoplarınız benim teleskobum kadar iyi değil ve gözlerim keskindir" diye cevaplayarak. 1894'te Mars'la ilgili ilk kitabı yayınlandı. Bundan üç sene sonra da H.G. Wells'in, Dünyalar Savaşı bir dergide tefrika halinde yayınlandı. Artık Marslıların varlığı bir gerçeklik halini almıştı.
Lowell'ın Mars Kanalları Haritası
Google Mars'ta Mars Kanalları Haritası
Mars üzerine bu kadar yoğunlaştıktan sonra Lowell, Neptün'ün yörüngesindeki dengesizliğin sebebi olarak başka bir gökcisminin var olabileceği düşüncesine sarılıp dokuzuncu gezegeni aramaya başladı. Yazık ki, bunu göremeden öldü. Lowell'ın Planet X olarak adlandırdığı Plüton, onun ölümünden ondört sene sonra Lowell gözlemevinde astronom Clyde Tombaugh tarafından bulundu. Zaten varlığına hemen hemen kesin gözüyle bakılan dokuzuncu gezegenimiz nihayet bulunmuştu. Tanımı yine değişebilecek olan gök cismimizin, isimlendirilmesinin de ilginç bir hikayesi var. Mars'ın uydularından Fobos ve Deimos'un isim babası olan Henry Madan'ın onbir yaşındaki yeğeni Venetia Phair; Roma mitolojisinde kendini görünmez yapma yeteneği bulunan yer altı tanrısı Pluto'yu ( Yunan mitolojisinde: Hades) önerir. Bu önerisi Oxford'dan Arizona'ya bildirilir, Tombaugh'da ismin Percival Lowell'ın isminin ilk harfleriyle başlamasından dolayı uygun bulur. Plüton isminin kısaltması olarak da P-L kullanılmaktadır. Bu ufaklığın sayesinde daha Türkçe nasıl isimlendireceğimizi bulamadan, Plüton'un gezegenlik kariyeri sonlandı. TDK'ya göre Plüton, eski astronomlara göre Plüto, mitolojinin Türkçesine göre Pluton. Ama artık pek de önemi kalmadı, artık kendisini 134340 ön adıyla anabiliriz.
Plüton, yakında Plüton'la birlikte 'ikiz cüce gezegen' ilan edilebilecek, 1978'te keşfedilen uydusu 'Charon' ve 2005'te keşfedilen diğer iki uydusu 'Nix' ve 'Hydra'
1930'da bilimkurgunun altın çağında yapılan böylesi bir keşif, bilimkurgu yazarlarını da bu yeni gezegene yönlendirdi ister istemez. Bu linkten, Plüton'un yer aldığı roman ve öykülerin hepsini görebilirsiniz. Sanıyorum ben Plüton'la sadece, Heinlein'ın 'Uzay Elbisemle Yolculuğa Hazırım' isimli romanında karşılaştım. O romanda Plüton, uzaylıların kumanda merkeziydi; dünyaya en uzak -bilinen- gezegen olması ve boyutunun da çok büyük olmaması dolayısıyla Plüton'u seçtiğini düşünüyorum Heinlein'ın. Sanıyorum boyutu dolayısıyla, diğer roman ve öykülerde de daha büyük işlevler yüklenmemiştir.

Gezegen nedir? Benim gibi, astronomiyle ilgisi olmayan herhangi birisine sorsanız sanırım şu cevabı alırsınız; Kendi etrafında ve bir yıldızın etrafında dönen büyük kütleli gök cismi. Ama astronomların daha net tanımlar yapması şarttır ve yaptılar da. Her bilim dalı gibi astronomi de kendi tanımlamalarına sahip ve yine her bilim dalı gibi, astronomi de hipotezlerin çürütülmesi, yeni bilgilerin elde edilmesi sonucu tanımlamalarını değiştirir. Plüton'un 'gezegen' ünvanının 'cüce gezegen' olarak değiştirilmesi tüm yurtta ve dünyada esefle karşılandı, nedense? Bilim yüceltilirken bir nokta atlandı sanıyorum. Ya da bunu algılama becerisini gösteremedi insanoğlu. Bilim, tanrısal değildir. Bilimsel kanunlar tartışılmaz değildir, değişmez ya da geliştirilemez değildir, hele ki tanımlar hiç değildir. Sanırım bizler öncelikle, bilimin tanımını netleştirmeliyiz. ekşi sözlükte "matarama su ko"nun bir entrysinden alıntı yapacağım; 'yanlışlanabilen şeye bilim denir'. Ufak bir düzeltmeyle; 'yanlışlanabilme şansı sunulan şeye bilim denir' desem hata mı etmiş olurum? Büyük bir ihtimalle, evet :) Bu konu benim bilgim ve görgümün çok üzerinde, o yüzden bu konuyu kapatıp, benim gezegen tanımımdan daha geçerli olan tanımlamaya bakalım. Hoş bu gezegen tanımı, 16. yüzyıla kadar yapılan tanımlamalardan daha doğru :)
Şu anki bilgilerimiz ışığında Güneş Sistemimizin son hali :)
IUA ( Uluslararası Astronomi Birliği ) 2006 Ağustos'unda Prag'ta yaptığı toplantının sonucunda gezegen tanımını şu hale getirdi;
  • Güneşin yörüngesinde dönen
  • Kendi yerçekiminin oluşturduğu gücü karşılayabilecek yeterli kütleye sahip olan ve hemen hemen yuvarlak bir şekle sahip
  • Kendi yörüngesiyle kesişen, kendisinden daha kütleli başka bir gökcismi olmayan gökcisimlerine gezegen denilir
Cüce Gezegen tanımında, ilk iki madde aynıdır, son madde ; "Kendi yörüngesiyle kesişen, kendisinden daha kütleli başka bir gökcismi olan ve uydu olmayan gökcisimlerine cüce gezegen denilir." olarak değişmekte. Cleared or not cleared the neighbourhood around its orbit. Gezegen olmakla cüce gezegen olmak arasındaki ince çizgi işte bu. Bunu da şöyle formüle etmişler; Gezegen ayırıcı ( Planetary discriminant ) µ = Gezegen adayı gökcisminin kütlesi / Gezegen adayı gökcisminin yörünge bölgesinde kalan diğer gökcisimlerinin kütlesi
Güneş Sistemimizdeki gezegen ve cüce gezegenlerin µ değerleri şöyle;

Merkür: 9.1×104
Venüs: 1.35×106
Dünya: 1.7×106
Mars: 1.8×105
Ceres: 0.33 ( Cüce )
Jüpiter: 6.25×105
Satürn: 1.9×105
Uranüs: 2.9×104
Neptün: 2.4×104
Plüton: 7.7×10−2 ( Cüce )
Eris: 0.10 ( Cüce )

Bu tanım da yakın zamanda değişikliğe uğrayabilir, Plüton'un uydusu kabul edilen Charon, Plüton'la beraber ikiz cüce gezegen sıfatına kavuşabilir. Yani Plüton'un değeri gün geçtikçe azalıyor :)

Geçmişten bugüne güneş sisteminnde kaç gezegen var sorusuna verilen farklı yanıtlara bakarak bu değişimlerin doğallığını daha iyi anlayabiliriz.

1543 - Altı gezegen (Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter ve Satürn)
1781 - Yedi gezegen (Uranüs eklenerek)
1807 - Onbir gezegen (Ceres, Pallas, Juno ve Vesta eklenerek)
1845 - Oniki gezegen (Astraea eklenerek)
1846 - Onüç gezegen (Neptün eklenerek)
1851 - Yirmiüç gezegen! (Hebe, Iris, Flora, Metis, Hygiea, Parthenope, Victoria, Egeria, Irene ve Eunomia eklenerek)
1852 - Sekiz gezegen!(Ceres ve diğer göktaşları silinerek)
1930 - Dokuz gezegen (Plüton eklenerek)
2006 - Sekiz gezegen (Plüton çıkartılarak)

Tanımın değişmesi, orada bir gökcisminin var olmadığı ya da yok sayıldığı anlamına gelmiyor. Hatta, Nasa'nın geçen Ocak ayında yolladığı Yeni Ufuklar sondası; Jüpiter'in yerçekiminden yararlanıp Plüton'a ulaşmak, sonrasında Charon ve Kuiper kuşağını izlemek için yoluna devam ediyor. 2015 yılında Plüton'la ilgili bugüne kadar bilmediğimiz her şeyi öğrenmiş olacağız. 2020 yılında da Kuiper kuşağını göreceğiz. Bakalım daha neleri keşfedip, neleri değiştireceğiz?

Son bir şey; Plüton'un cüce gezegen olmasına gösterilen tepkilerden biri. Oldukça eğlenceli :)
LINK

devamı...

01 Ekim 2006

Humans Need Help

Discovery Channel yeni bir programı yayına koydu; Sci-Fi Zone. Şu ana kadar sadece bir bölümünü izleme fırsatı bulabildim ve açıkcası hayal kırıklığı yaşadım. Ve anlayabildiğim kadarıyla sadece bir hafta süren bir programdı bu. Benim izlediğim bölümde; İskoçya'nın bir şehrindeki UFO vakaları anlatılıyordu. Sıkıcı ve yüzlerce kez işlenmiş bir konuyu, sıkıcı bir şekilde işlemişlerdi. Enteresan bir de site hazırlamışlar. www.humansneedhelp.com Bu sitede göze çarpan mizahi yaklaşım, -her ne kadar DNA'ın yanına yaklaşamasa bile- hoşuma gitti. Bizim teknolojik oyuncaklarımızın ortaya çıkışında, bilimkurgu ve "uzaylı"ların etkisini yine mizahi bir şekilde sunuyorlar. Ama açıkcası güzel bir fikiri kötü kullanmışlar. Ayrıca siteden "uzaylı"lara mesaj da yollayabilirsiniz. Discovery Channel Ekim ayında -hangi uydudan gönderileceğini bilemiyorum- bu mesajları Mars'a doğru yollayacakmış. Voyager sondasıyla yollanan "Sayın Türkçe bilen kardeşlerimiz, sabahı şerifleriniz hayr' olsun" sesli mesajından sonra bu mesajlarda neler olabileceğini düşünmek bile istemiyorum :)

Dip NOT: Voyager sondasıyla yollanan sesli mesajlar çok kısa bir süre içerisinde Carl Sagan'ın başkanlığında bir ekip tarafından hazırlanmış. Sesli mesajların hemen hepsi Cornwell Üniversitesi mensupları tarafından okunmuş. Sagan'a göre daha uzun bir zaman olsaymış, dünya üzerinde konuşulan dillerin tümünden kayıt yapacaklarmış. Voyager sondasıyla yollanan mesajları dinlemek için: Greetings From Earth
devamı...

15 Eylül 2006

Üç boyutlu hologramlar.

Star Wars'da Prenses Leia tarafından R2-D2'ya yüklenen mesajın, Luke Skywalker tarafından ilk görüldüğü anı hatırlar mısınız? Birden bire boşlukta beliren prensesin görüntüsü ve sesi. Ne kadar etkileyiciydi, daha teknolojinin evlerimize girmediği günlerde, hayalini zor kuracağımız bir gelişimi sunuyordu bize. Sanıyorum benim gibi pek çok insanın aklının bir köşesinde hep o sahne kalmıştır ve gerçekleşeceğini görebilecek miyiz diye düşünmüştür. Bilimkurgu ürünlerindeki hayali teknolojilerin birer birer gerçekleşmeye başladığını görmek nedense mutlu ediyor beni.

Gorillaz & Madonna 2006 Grammy


Bu seneki Grammy ödüllerinde Gorillaz ve Madonna'nın sahne şovunda ilk defa gerçekten başarıyla uygulanmış hologramlar gördük( En azından ben ilk defa gördüm :) ). İlk izlediğimde hilesi nedir diye düşündüm uzun müddet. Göz yanılmaya çok müsait bir organ ve bu kadar kaliteli bir görüntüyü üç boyutlu olarak yaratamayacaklarına emindim. Artık değilim, bugün olmasa bile gelecekte mutlaka üç boyutlu olarak da yaratılacaklar. O sahne şovunda yaratılan hologramlar iki boyutluydu, biz üç boyutlu olarak algıladık. İnce metal bir tabaka üzerine yansıtılan görüntülermiş onlar, bu sistemin gerçek üç boyutlu hologramlar yaratması zor görünüyor. Ancak şimdilik görsel kalitesi daha düşük olsa da, geleceği daha parlak görünen, bir hava tabakasına yansıtmayla hologram oluşturan bir sistem daha var. Bu sistemin ileride, daha yoğun bir gaz tabakasına, farklı noktalardan projektörler vasıtasıyla görüntü göndermesi sonucu gerçek üç boyutlu hologramların uygulanabileceğini düşünmek zor değil. Bunu hesaplayacak bir işlemcinin ve istenilen açıda, istenilen yoğunlukta, birbirini kesmeden farklı renklerde ışık yollayabilecek projektörlerin gelişmesi ne kadar sürecek bilemiyorum. Ne işe yarayacağını hiç bilemiyorum. Ama umarım görebilirim.

Heliodisplay

Link: Heliodisplay
Link: Musion Eyeliner
devamı...

14 Ağustos 2006

Bütün öyküler bilimkurgu öyküleri gibi yazılsaydı?

Şans eseri bulduğum, bazı bilimkurgu yazarlarının sıklıkla başvurduğu teknolojiyi açıklama tarzlarıyla eğlenen bir öykü. Mark Rosenfelder tarafından yazılmış. Oldukça hoşuma gitti, geleceğin bilimkurgu yazarlarına da ufak bir ders olur :-)

Öykünün orijinalini bu sayfadan okuyabilirsiniz.

Roger ve Ann'in San Fransico'da Sergey ile buluşması gerekiyordu.

"Trenle mi, buharlı gemiyle mi, yoksa uçakla mı gitmeliyiz?" dedi Ann.
"Trenler çok yavaş ve buharlı gemiyle bütün Güney Amerika'yı geçmemiz aylar sürebilir, uçakla gideceğiz" diye cevapladı Roger.

Roger kişisel bilgisayarını kullanarak merkezi ağa bağlandı ve kimliği doğrulanırken beklemeye başladı. Bir iki tuşa basarak elektronik bilet sistemine bağlandı ve gideceği yerin kodlarını girdi. Kısa bir süre sonra bilgisayar o yöndeki bütün uçuşları listeledi ve Roger en yakın uçuşa iki bilet aldı. Kişisel hesabındaki dolarlar anında biletlerin karşılığını ödemişti.

Şehir mono ray sistemini kullanarak uçakların kalktığı havaalanına ulaştılar. Ann, onu hiçbir genetik değişime ihtiyaç duymadan çekici gösterecek hafif, polikarbon bazlı yapay kumaştan tişört ve koyu mavi dokuma kumaş pantolondan oluşan seyahat kıyafetlerini giydi. Zaten çekici olan kahverengi saçlarına dokunmadı.

Havaalanınına vardıklarında Roger kimlik belgelerini havayolu şirketinin görevlisine uzattı. Görevli kendi bilgisayarından bilgileri kontrol etti ve Roger ile Ann'in uçağa geçebilmelerini sağlayacak uçuş belgelerini hazırladı. Bütün uçuşlardan önce yapılan güvenlik kontrolüne girdiler. Uçakta onlardan ayrı, basıncı eşitlenmemiş alanda yolculuk edecek bagajlarını başka bir görevliye teslim ettiler.

"Sence pervaneli bir uçak mıdır? Yoksa şu yeni jetlerden birisi midir?" diye sordu Ann.
"Kesinlikle bir jettir" diye cevap verdi Roger. "Pervaneli uçakların modası çoktan geçti. Diğer taraftan roket mühendisleri hala deneysel çalışmalar yapabiliyor. Dediklerine göre roket teknolojisi geliştiğinde uçuşların süresi bir saati bulmayacak. Halbuki biz jetle dört saate yakın uçacağız."

Kısa bir süre bekledikten sonra diğer yolcularla beraber uçağa götürüldüler. Uçak yüzlerce metre uzunluğunda, parlak kanatlarında dört adet jet motoru bulunan devasa bir çelik yığınıydı. Pilot kabinine göz attılar. İki pilot uçağı uçurabilmeleri için gerekli alet yığınını inceleyerek konuşuyordu. Roger uçağı kendisinin uçurmak zorunda olmamasına sevindi. Böyle bir şeyi becerebilmek için yıllarca sürecek zorlu bir eğitim gerekiyordu.

Şaşırtıcı derecede büyük yolcu alanında yumuşak koltuklar ve 11 km. yükseklikten, saatte 800 km. hızla giderken manzarayı izleyebileceğiniz pencereler yer alıyordu. Tavanda kabin içindeki basıncı eşitlemek ve stratosferin soğukluğundan korunmak için basınçlı hava üfleyen havalandırma kanalları vardı.

Uçak kalkmadan önce; "Biraz gerginim" dedi Ann.
"Endişelenecek bir şey yok" diye teskin etti onu Roger, "Bu uçaklar sürekli uçuyorlar. Kara taşıtlarıyla yolculuktan daha güvenli bir yolculuk yapacağız."

Roger, Ann'i teskin etmesine rağmen, pilot uçağı yerden kaldırıp yeryüzünden uzaklaşana dek gergin olduğunu kendisine itiraf etmeliydi. Roger ve diğer yolcular uzun süre pencerelerden dışarıyı seyrettiler. Zorlukla da olsa, aşağıdaki evleri, çiftlikleri ve hareket eden araçları ayırt etmeyi başarıyordu.

"Tahminimden daha fazla insan San Fransisco'ya gidiyor" dedi Roger.
"Belki bazıları başka yerlere gidiyordur." diye cevapladı Ann. "Biliyorsun her yerden uçakla taşımacılık yapmak büyük bir maliyet. Bu yüzden transfer noktaları oluşturuldu, ufak şehirlerden gelenler önce bu transfer alanlarına geliyor ve oradan diğer yerlere ulaşıyorlar. Şanslıyız ki sen bizi doğrudan San Fransisco'ya götürebilecek bir uçuş buldun"

San Fransisco havaalanına vardıklarında havayolu şirketinin görevlileri bagajların doğru kişilere verildiğinden emin olmak için kullanılan numaralı etiketleri kontrol ederek onlara teslim etti.

"Başka bir şehre geldiğimize inanmak zor geliyor" dedi Ann. "Sadece dört saat önce Chicago'daydık."
"Daha şehirde değiliz" diye düzeltti Roger. "Olası kazaların zararını azaltmak ve büyük miktarda boş alana duyulan ihtiyaç dolayısıyla şehrin dışında yapılmış olan havaalanındayız. Ufak bir araç bulup şehre gideceğiz."

Hidrokarbon enerjili yer taşıtlarından birine binmek için kuyruğa girdiler. Elektronik ödeme yapılamayacak kadar düşük bir ücret olduğundan taşınabilir madeni dolarlarla ödeme yaptılar. Sürücü aracını şehre yöneltti. Sadece 100 km hızla gitmesine rağmen, araç beton yol yüzeyinden sadece bir metre yüksekte gittiği için daha hızlı gidiyorlarmış hissine kapıldılar. Roger Ann'e baktı, hızın onu uyaracağını düşünüyordu ama Ann yolculuğun keyfini sürüyor gibiydi. Zeki olduğu kadar oyunbaz bir kadın!

Sonunda sürücü aracı durdurdu, varmışlardı. Kendi kendine açılan elektronik kapılar Sergey'in evine hoşgeldiniz der gibi açıldılar. Bütün yolculuk yedi saatten az sürmüştü.
devamı...